29 Haziran 2010 Salı

her güne bir film: clockwork orange


Hayatımda izlediğim ilk Stanley Kubrick filmiydi. Tamam cahilliğim yüzünden özür dilerim ama bu filmden sonra şunu net olarak söyleyebilirim ki son olmayacak. Filmi anlatmak için nereden başlanır inanın bilmiyorum, öncelikle gerilmeye hazır olun. İnsanın sahip olduğu güdülerden, İngiltere'nin trajikomik politikalarına kadar her şey bu filmde.

Malcolm Mc Dowell'in oyunculuğu inanılmaz. Kubirck'in bazı sahnelerde kamerayı dahi tuttuğunu okuyunca yönetmenin filme etkisi de ortada.

Film bittiğinde olanları tam olarak kafanızda oturtamayabilirsiniz ve hemen sözlüklerde film hakkındaki yorumları da okuyabilirsiniz ama korkmayın. Sonunda filmin neyi, nasıl anlattığını görünce "vay anasını" diyeceğinize emin olun.

Bu film çerezlik değil, bu film bunalımdan kurtulma filmi değil, bu film sevgiliyle izlenecek bir film hiç değil, ama şu bir gerçek; bu film anlayana kadar defalarca izlenmeye değer bir film.

IMDB puanı 8,5. Filmi ilk başta tam olarak anlamadığımı düşündüğümde notum 8'di, ancak yorumları okudukça ve izlediklerimle örtüştükçe ortaya 9,5 luk bir film çıkıyor. Eğer ömrümün sonuna kadar izlediğim bir filme 10 vermediysem, Kubrick mezarında rahat olsun, çünkü bu film son nefesimi verirken benden 10 almış olacak.

"welly welly well"

25 Haziran 2010 Cuma

günün yeni doğanı



 Nothing else matters metallica'cısı ve fear of the dark iron maiden'cısından sonra  aşk-ı memnu halit ziya uşaklıgil'cisi de an itibariyle doğmuştur. Hayırlı uğurlu olsun.

Progressive gece öyküleri 5: bir garip tırt adam

Pazartesi; okuldaki en baba derslerin, ayrıca en çok güzel kızın olduğu gündü. Sıkıcı bir kamu maliyesi dersi sonrası kantine geçip şöyle etrafı bir playboy edasıyla kesmek için aşağı inmiştim. Tam gözüme birisini kestirip Kıvanç Tatlıtuğ havasında gözlerimi kısıyordum ki bizim Göktuğ yanında bir arkadaşıyla (tabi ki erkek) gelerek “baba naber?” gibi yavşakça bir soruyla bütün büyümü kaçırmıştı. O an kıvanç tatlıtuğ gibi çıldırıp bağırasım gelmişti ama yapmadım. Yanındaki elemanı daha önce görmemiştim. Taşlı küpeli, kirli sakallı ve tabi bu ikiliyi tamamlaması gereken gri eşofman altıyla beni selamladı. Adı Kaan’dı (ismi tarza uygundu). Klişe de olsa yapılan tanışma faslından sonra beni okulun oradaki cafeye içmeye davet ettiler, çevreme baktım, daha fazla göz kısasım yoktu “gidelim madem” diyerek bizim elemanlara takıldım.
           
Biralar içildikçe muhabbet koyulaşıyordu “kimseye taviz vermicen kanka” ve “ gidenin ardından ağlamayacaksın aga” lafları bizim Kaan tarafından önümüze sürekli servis ediliyordu içimdeki insan sevgisi onu hemen yargılamak istemiyordu ama belliydi, eleman maalesef  tırt bir arkadaştı. Gene de peşin hükümlü olmak istemedim. “Haklısın abi takmayacaksın” tarzı laflarla onu daha bir mutlu ettim.
            
Zaman geçtikçe makine bölümünde okuyan Kaan bizim bölümdeki kız potansiyelinden olsa gerek hep yanımıza geliyordu, benim çok fazla konuşmayan tarzım onun hoşuna gitmiş beni sever sayar olmuştu, ben de bana duyulan bu saygıyı kötü yönde kullanmaya başlamıştım artık her lafına muhalefet edip onla inceden t.şak geçmeye başlamıştım. Gene de kızmıyordu zaman-zaman bozuluyordu ama ben “karı gibi ne alınıyorsun be olum” dedikçe “alakası yok be abi” diyor muhabbet orada bitiyordu.
           
Okul çıkışı gene bir içme günüydü. Kafası hafiften iyiye dönen Kaan: “Abi hani bir maça beraberlik hedefiyle başlarsın ve 3-0 öne geçersin ama maç 3-3 biter üzülürsün ya bende o durumdayım işte.” diyerek hayatımda duyduğum en saçma lafı kurmuştu. Sevgilisi bundan ayrılmış bizim çok takmayan Kaan’da kız bundan ayrılınca “hani ipler benim elimdeydi?” tribine girmişti. O an gevşek bir durum yaratmak istedim çünkü onunla ciddi konuşamazdım kafasına sert bir şekilde vurdum. Normalde kavga sebebi olacak bir hareketi çok rahat bir şekilde yapmıştım. “Abi niye vurdun ya?” sorusuna “Ulan kızdan s.ktiri yemişsin takma artık gidenin ardından ağlamıycan demiyormuydun sen?” diyerek çok yavşak bir göz kırpma hareketi yaptım. “ehe mehe zehe” diye gülmeye başladı o an kendimi yine tutamadım tekrar kafasına vurdum, artık içimdekileri saklayamazdım “lan Kaan ne tırt adamsın be olum” dedim. Kaan hala gülüyordu…                      

Progressive gece öyküleri 4: Beklenen eşik

Kolay-kolay hayır diyemeyenlerdendim ben, hayatımda birilerinin olmasının bana hep güzel şeyler kazandırdığını düşünürdüm. (aslında egomun tatmini dışında bir şey getirmese de) Bunu sürekli değiştirmek istesem de en çok yalnızlıktan korkardım. Yalnız kalmaktan, güneşli bir cumartesi gününü yalnız geçirmekten, ev boşken birilerini davet edememekten (eve atamamaktan da diyebiliriz) korkardım. Bunu değiştirmeyi çok istiyordum, kendi ayaklarım üzerinde durmayı eninde sonunda kafama göre birilerini bulabileceğimi düşünüp sakince beklemeyi çok istiyordum. O’nu tanıyınca bunun olabileceğini anlamıştım. Bir anda her şeyden vazgeçebileceğime ciddi bir şekilde emindim erkeklerin genel beklentilerine cevap vermeyen doğal bir kızdı ama benim beklentime cevap veriyordu. Fazlasıyla güzeldi ve saftı, ona olabilecek en güzel şekilde yaklaşmıştım. Her şey yolunda gidiyordu, ta ki O’na 2 kişilik tiyatro bileti aldığım gün sevgilisiyle barıştığını öğrenene kadar. Gene de ona internetten de olsa açıldım beni terslemedi bir dost gibi konuştuk. Çıktığında ise içimde huzur ve üzüntünün garip bir karışımı vardı. Üzüntülüydüm hayallerim gerçek olmamıştı ama huzurluydum her şeyi doğru yapmıştım ve içimde hiçbir hırs yoktu karşımdaki benden soğuyup “kapatalım bu konuyu çıkmam lazım” dememiş tam tersi dertleşmişti. Bu tip reddedilişlerde tekrar geçmişe saplanıp kalan ben için, bu farklı bir durumdu çünkü geçmişe bakmıyordum. O’nun gibi güzelliklerin var olduğuna inanıyordum ve çürük meyvelerle uğraşmaktansa bu güzelliklerin devamını istiyordum. Uzunca bir zamandır çürük meyvelerle uğraşmadan edemeyen benim için ulaşmak istediğim bir eşik aşılmıştı. Geçmişi düşündüm, önüme baktım ve aklımdan tek bir kelime geçti “s.kerler”…

her güne bir film: taxi driver

Bugünkü köşeyi, yılların kült filmi olan "taxi driver" için ayırdım. 1976 yılında yapılan, Martin Scorsese'nin yönettiği ayrıca yazar Paul Schrader'in de unutulmaması gereken bir baş yapıt olan "taxi driver" Robert De Niro'nun devleştiği ilk film olarak göze çarpmakta.

New York'un şiirsel teması ve bu temada Travis'in (De Niro) yanlızlığı başarılı bir şekilde işlenmiş. Bu yanlızlık içinde Travis'in hayata karşı oluşan anarşik duruşunun anlatıldığı filmde Jodie Foster'in de gencecik halini görmek mümkün. Müzikleri de bir o kadar başarılı olan filme benim puanım 8.5, IMDB'de ki puanı ise 8,6. Şimdiden herkese iyi seyirler.

23 Haziran 2010 Çarşamba

her güne bir film: mary and max


"Mary and Max" 2009 yılında Adam Elliot yönetiminde çekilmiş bir animasyon. 2003 yılında "harvie krumpet" adlı kısa metrajlı filmi ile oscar ödülü kazanmış olan Elliot'un bu filmi de izleyici tarafından oldukça beğenilmiş bir eser olarak arşivlerde yerini almıştır. Filmin, stop-motion şeklinde çekilmesi de filme harcanan yüksek emeğin göstergelerinden sadece biri.

Filmde; Mary ve Max adındaki iki karakterin, mektup arkadaşlığıyla başlayan serüvenleri oldukça dramatik bir şekilde işlenmekte. 8 yaşındaki Mary'nin ve 44 yaşındaki Max'ın birbirlerine sorduğu sorular bize soru sormanın aslına ne kadar önemli ve güzel olduğunu göstermekte ayrıca kurulan dostluk bağlarının oluşturduğu gücün hayatımızda ne kadar önemli bir yer kapladığını da film sayesinde daha çok görme şansımız mevcut.

IMDB'de aldığı 8.3 puan filmin güzelliğini göstermekte. İzlerken mutlaka kendinizden bir parça bulabileceğiniz bu filme benim puanım da 8. Şimdiden iyi seyirler.

22 Haziran 2010 Salı

Progressive gece öyküleri 3: Değişecektim oysa

Final döneminin son haftasındaydım, bir gün sonra okulu uzatmamak için geçmem gereken son dersin finali vardı ancak bu final benim hiçbir şekilde umurumda değildi. Okulu bitirmek, staj yapmak, işe başlamak ve bunun gibi birçok şey artık ilgimi çekmiyordu. Başka birisi olmak istiyordum, ailesini umursamayan, tamamen kendisi için yaşayan ve tüm bunlarla birlikte istediği kadını elde edebilecek cool bir adam olmak istiyordum. Aslında bir çok insanda olmayan şeylere sahiptim ben. İyi bir aile, güzel bir tip, beni seven bir kız arkadaşım ve çalışan bir kafa. Ancak o çok iyi aile bana bir araba bile almamıştı, bir stüdyo daire bile tutmamıştı ve tüm bunları bir arada düşündüğümde çok b.ktan bir hayatımın olduğuna inanmakta idim.


Bu b.ktan hayatımın gidişatında karşıma çıkan Ayça, olmak istediğim bu yeni kişilik için eksik olan en büyük parçaydı. Çok aykırıydı, stüdyo dairesinde tek başına kalıyordu, dansçıydı ve anlık yaşıyordu. Birkaç hafta önce barda tanıştığım bu hatunu tavlayabilmek için takmadığım maske kalmamıştı. Bu maskelere göre “yeni ben”: okulla arası olmayan, tek yaşayan, serseri bir tip olmuştum ve bir şekilde bunu ona inandırmıştım. Söylediğim bu ustaca yalanlar onu etkilemişti ki doğum gününde beni evine davet etmişti. Sanırım işe yarıyordu, ben değişiyordum ve o monoton hayattan çıkıyordum.


Doğum gününün geldiği gün plan belliydi babama haber vermeden arabanın anahtarını alıp doğruca Ayçamın evine gidecektim. Bir gün sonraki sınav s.kimde bile değildi hem ne de olsa ben artık bambaşka bir hayata gidiyordum. Bizimkilerin yüzüne bile bakmadan doğruca aşağı indim, planım tıkır-tıkır işliyordu ve artık yoldaydım ve doğal olarak havalarda uçuyordum. Hemen içki almak için büfenin birinde durdum gerekli olan her şeyi aldım eve varana kadar gevşemem için ihtiyacım olan biraları da ön koltuğa koyarak yoluma devam ettim. Buz gibi biraları yudumladıkça keyfim yerine geliyordu. Bu doğum günü çok özel geçecekti bütün gece baş başa olacaktık ve ardından hep onunla birlikte yaşayacaktım. Dans ettiği bar da barmenlik yapacaktım ve bu şekilde istediğim o aykırı hayata geçiş yapacaktım. Böylesine uçuk bir planım varken ailemin durumu, kız arkadaşım ve okul hayatım aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ben “olmayı arzuladığım adam” konumuna geliyordum ve aklımda olan tek şey buydu. 


Bir anda telefonum çaldı kız arkadaşım arıyordu, neredeyse iki gündür konuşmamıştık ve benim O’nun sesini duyasım bile yoktu hiç huyum olmayacak bir şekilde telefonu meşgule verdim ve o arada saate de baktım. Saat 23.58’di. Sadece iki dakika sonra yeni hayatıma atılan adımımın doğum günüydü ve saat on iki’yi geçmeden O’nun evine yetişmeliydim. Tam o anda gaza basmaya başlamıştım ki babamın beraber araba kullandığımızda en çok söylediği şey olan şeridini takip etme uyarısını yok saymamla karşıdan gelen arabayla çok sert bir şekilde çarpışmam bir olmuştu.


İçimde çok sert bir acı vardı etrafıma bakmaya çalışıyordum ama kırmızı dışında gördüğüm başka bir renk yoktu. Aşırı dozda uyuşturucu almış gibiydim, çevremde çığlıkların ve hayretlerin karıştığı sesler bulutu dolaşmaktaydı. Babam geldi o an aklıma şeridi takip et derdi hep ama ben etmemiştim. Annem geldi aklıma okul bitmeden araba almayalım, aklım hep sen de kalmasın derdi ama ben arabayı çoktan almıştım. Kız kardeşim geldi aklıma: Ağabey, leş gibi içki sigara kokuyorsun içme şunları derdi ancak ben o gün fazlasıyla içmiştim. Üniversitem gelmişti aklıma bu sene mezun olabilirdim, reklam okulum geldi aklıma belki de bir reklamcı olabilirdim. Tüm bunları s.ktir etmeme sebep olan bu aykırı hayat isteğimin baş kahramanı; Ayça geldi o an aklıma, bilincim kaybolmak üzereydi tam o sırada telefonumun titrediğini hissettim O’ndan mesaj gelmişti mesajda “Canım bizim elemanlar baskın yaptı o yüzden bugün yalan olabilirim sana bir saate haber veririm” yazıyordu zaten kendimi kaybetmek üzere olan bilincim daha bir beter olmuştu cool çocuk pek umursanmamıştı, ani bir plan değişikliğinde kestirip atılmıştı. Son bir güçle tekrar telefona baktım saat tam 00.00’dı. Yeni hayatım dediğim o güne aslında girmiştim ama ne bedenim ne ruhum artık ortada yoktu. İnsanın en saf haline ölümle burun buruna olduğu o anda büründüğünü fark etmiştim ve o an aklıma gelen ilk şey ailem olmuştu. Arabadan çıkıp evime gitmek istiyordum ama yapamıyordum vücudum kaskatı olmuştu ve bilincim tamamen kayboluyordu sanırım benim için son gelmişti, ölüyordum. 

21 Haziran 2010 Pazartesi

Progressive gece öyküleri 2: Harem-Gebze minibüsünde kaybettim seni

New York Knicks takımına her zaman büyük bir sempati duymuşumdur. Şehrin büyüsü, takımın her zaman savunmasıyla ön planda olması ve defalarca Jordan tarafından tecavüze uğramasıyla, Türk Halkının içinde olan mazluma sevgi duyma düşüncesinin gereği olarak benim bu takıma bakışım her zaman pozitif olmuştur. Son yıllarda takımın durumu Demirören’in Beşiktaş’ından 
beter de olsa benim için Knicks’in yeri her zaman ayrıdır.


Gene bir okul çıkışı ve metrobüs sonrası klasik “Harem-Gebze” minibüs turu öncesi son hazırlıklarımı tamamlamıştım son anda durduğum minibüsün arkasındaki New York Knicks flaması ise benim o anki minibüse bakış açımı Adriana Lima’ya olan bakış açıma benzetmişti. Şansıma bütün geveze amcaların ve teyzelerin en çok sevdiği yer olan şoför yanı da boştu, Bir ceylan gibi hızlı bir manevrayla hemen öne geçtim.


Minibüsün içi bir garipti, tepede yazan “hayat bizi 61 kenara” yazısı şoförün Trabzonlu olduğunu gözüme sokmuştu, minibüsüyle her 61 km deki hızında gösterdiği çoşkuyu tahmin ediyordum. Mesafem oldukça kısa olduğundan şoförle hemen muhabbete geçmeliydim. “abi flama ne güzelmiş ne olacak bu New York Knicks’in hali?” adlı yaratıcı!!! soruma öküz gibi bakarak “heaa bayrak mı, i.ne Harem-Gebzeciler arabayı biraz dolu görünce basıyorlar kornayı, arkadan arabayı görmesinler diye taktım bunu” cevabıyla ilk şoku yaşamıştım. “abi bu takımı biliyor musun?” soruma ise “bana ne a... koyim cebime paramı koyuyorlar sen hangi hangi takımlısın” sorusuyla karşılık verince olanca sinirimle “milli takımlıyım abi” cevabını verip yolculuk sonuna kadar susmaya karar vermiştim. Şoförün birkaç küfürlü korna çalışları eşliğinde durağıma gelip indiğimde içimdeki öfke büyüktü “başka flama bulamadın mı i.ne” düşünceleriyle eve doğru yürüdüm.


Eve gelir gelmez zamanında bayağı bir para saydığım New York Knicks eşofmanımı giyip televizyonu açtım, günün 2.şokunu orda yaşamıştım Knicks ligin b.ktan takımarından Pacers karşısında evinde 24 sayı farkla son dakikalara giriyordu. Ligdeki en antipatik oyuncu olan bücür Nate Robinson’u ise taraftarlar attığı ballı bir sayıdan sonra bağrına basıyordu. Taraftar biraz olsun Türk kültürü görse “Robinson 3 lü çektir Madison Square’ye” diye bağrıcaklardı. Bizim Nate ise rapçi havalarında gülücükler saçarak umursamazca şut atıp takımını satmaya devam etmekteydi. Kazmalığı dışında hiçbir özelliği olmayan ve takımın şu uzun sıkıntısının 1 numaralı sorumlusu, Ed Curry’de çok pahalı olduğu belli olan takım elbisesiyle oturuyor ve ağzında sakız blackberry’siyle konuşuyordu. 24 sayı farkla geride olan Knicks için sanki bu skor onlara Şükrü Saraçoğlu’nda finali getirecek bir skordu ama değildi işte ligdeki üst üste 8. mağlubiyetiydi. O an ani bir sinirle TV yi kapadım, hemen bir sigara yaktım genelde bu tip bir durumda “seviyorum lan bu i.neleri” diyen bu bünyenin aklında tek bir şey vardı tıpkı o minibüsçü gibi bana hiçbir şey vermeyen bu takım artık benim de s.kimde olmayacaktı.

Progressive gece öyküleri 1: PLAZA KADINININ RAHAT(SIZ) YÖNÜ

“Abim gene yurtdışında yaaaa, anca facebooktan öğreniyorum nerede olduğunu.” Oturduğumuz süre zarfında belki de onuncu kez abisinden bahsedişiydi bu, bunun dışında gene abisinin ona verdiği blackberry’si ve abisinin aldığı playstation dan başka bir şeyden de bahsetmemişti, araya sıkıştırdığım bir kaç espriyle gülsek de ben çok sıkılmıştım. Zaten zorlama bir şekilde başlayan ilişkimiz iyice tırt bir hal almıştı. O konuşuyor ben dinliyordum. Anladığını düşündüğü futbol konusunda muhabbetleri ise orta 1 seviyesindeydi. Kendince bir erkeğin aradığı her şey onda vardı. Playstation oynaması, kurumsal bir şirkette çalışması, abisiyle de olsa ayrı bir evde yaşaması günümüz erkekleri açısından aranan özelliklerdi ama bu onunla oturduğumuzda yaşadığım sıkıntıyı gidermiyordu, benim için o çalıştığı kurumsal şirkette asgari maaş alan ve çevresine özenen günümüzün bir plaza kadınıydı.


Birkaç hafta önceki doğum gününde alkollü olduğumuzdan yaşadığımız ufak çaplı yakınlaşma beni şu anda onunla bir ilişki haline sokmuştu, bir şeyleri zamana bırakmış aceleci davranmak istemeyen beni ise bu son buluşma; ocakta yemeğim var gitsem iyi olacak durumuna sokmuştu bile.


Olaya biraz olsun müdahele etmek isteyen ben bir anda muhabbeti klişede olsa ilişkiler konusuna getirmiştim. İlişkiler konusu insanların belki de atıp tutmaya en müsait oldukları andır herkes dizilerde filmlerde gördükleri karakterler gibi portreler çizmekte özgürdür sanırım, O da öyle yapmaktaydı. “Rahat olmalı karşımdaki, birazda deli olmalı her an her şeyi yapabilmeli” diyordu plaza kadını, en uzun çıktığı insanın böyle olduğunu ama onu sorumluluk sahibi yapmak için çok uğraştığını bunu yapamayınca da ondan ayrıldığını söylüyordu bunu söylerken acayip bir gurur yaşamıştı, halbuki ben O’nun 3 hafta önce bu çocuktan ayrıldığındaki salya sümük halini gözümün önünden atamamıştım.


Böyle bayık geçen muhabbet bacaklarımızın birbirine değmesiyle beraber bende oluşan muzip bir mimikle dağılmıştı. “bacakların ne kadar da inceymiş” lafımla acayip keyif almıştı. Tam bu sırada karşımdaki plaza kadınının ufak çaplı deliliklerden hoşlandığını bildiğimden karşı karşıya oturduğumuz yuvarlak masanın altından elimi hafifçe ayak bileklerine doğru götürdüm. “Ne yapıyorsun herkesin içinde?” lafıyla bir an donakaldım bacaklarını bir anda benden çekmiş sonrada hafifçe gülerek hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. O an deliliklerden ve çılgın bir hayat tarzından hoşlandığını söyleyen bu kadın bir anda muhafazakar bir kız havasına girmişti. Büründüğü rahat kadın imajı ilk dokunuşta paramparça olmuştu kısacası yeterince iyi oynayamamıştı. O ana kadarki sıkıntım bu olaydan sonra iyice doruğa çıkmıştı, hemen gitmeliydim hesabı bir çırpıda ödedikten sonra yürümeye başladık “beni taksiyle eve bırakırsın dimi canım?” sorusuyla daha bir sinir olmuştum (harcadığı paranın kuruşu kuruşuna hesabını yapan insanların ufak çaplı lükse düşkünlüğü beni her zaman sinir etmiştir)
Taksiyle onu yürüyerek gidilebilecek mesafede olan evine bıraktıktan sonra kafamda ona karşı oluşan en ufak sevgi kırıntısı da bitmişti. Minibüse bindikten sonra müzik çalarda bir an 90 ların meşhur sesi Hazal’ın “Elden yar olmaz” şarkısı çalıyordu. O gün; 90 lar ve sonraki on küsür yılda bir türlü tutunamamış Hazal’ın günüydü çünkü haklıydı elden yar olmamıştı…

Yeni bir başlangıç

Bu blogun açılmasındaki en büyük pay şüphesiz benim için bir çok yeniliğin başlangıcına ön ayak olan "portfolio" ekibindedir. Uzunca bir süredir kafamda var olan bu blogu açmak için sahip olmam gereken enerjiyi şu an içimde hissediyorum. Her türlü konuda fikirlerimi paylaşmak istediğim bu blogu açarken şimdiden herkese burada iyi vakit geçirmelerini diliyorum.